M. Kürşat İMANLI

BİR GEZGİNİN HİKÂYESİ

BİR GEZGİNİN HİKÂYESİ

Çok ülkeler dolaştı. Çok memleketler gördü. Gezip gördüğü ülkelerdeki insanların sosyal davranışlarına, adetlerine ayrı bir dikkatle bakıyordu. Bütün milletlerde ortak bazı yönlerin olduğunu fark etti. Mesela bütün insanlık âleminde gelinler düğünde beyaz gelinlik giyiyorlardı. Vefat eden kişilerin beyaz kumaş ile kefenlendiğini görmüştü. Ama onun asıl dikkatini çeken nokta şu idi:

            Hangi kıtada, hangi ülkede, hangi renkten, hangi ırktan olursa olsun bütün insanlar bir şeylere tapıyorlardı. Tapınma şekilleri değişik ve taptıkları şeyler farklı olsa da netice itibariyle bütün insanlarda “bir mukaddes varlığa tapınma” özelliği vardı. Demek ki bu insan denilen canlının yaratıcısı, o insanı yaratırken kendi yaratıcısını arama özelliğini de fıtratına yerleştirmişti. Hâlbuki kendisi böyle bir şeye (en azından şimdiye kadar) fazla ihtiyaç duymamıştı. Ya da farkına mı varmamıştı. Doğrusu bu konuyu pek düşünmemişti. Daha doğrusu düşünmeye korkuyordu. Küçüklüğünden beri böyle konuların asla akla getirilmemesi gerektiği öğretilmişti. Aslında içini kemiren bir şeyler vardı.

            Ne zaman bir konuda darda kalsa önleyemediği bir şeyler vardı. Bilmediği ama varlığını his ettiği, tanımadığı ama çok güçlü ve merhamet sahibi olduğunu sezinlediği birine; yalvarma, yakarma, ihtiyaçlarını ondan isteme, O’ndan yardım dileme isteğine engel olamıyordu. Her defasında duygularını bastırma yoluna gidiyordu.

            Bu son yolculuğunda artık bu türden meseleler zihnini iyiden iyiye meşgul ediyordu. Bu sırada gemileri suyun üzerinde sessizce ve sarsmadan ilerliyordu. Hava bahar havasıydı. Havanın güzelliği, geminin sorunsuz ilerleyişi herkesi keyiflendiriyordu. Biraz dikkat edip ileriye doğru dikkatle bakınca ufukta beliren bulutları fark etti. Bu bir bahar fırtınası olabilir miydi? Bir saat içinde bulutlar tüm ufku tutmuş, rüzgârın hızı iyice artmıştı. Öyle ki, artık dalgalar gemiyi birkaç metre indirip kaldırıyordu. Gemideki önlemler en üst seviyeye çıkarıldı. Herkesi bir telaş aldı. Artık fırtınanın tam ortasındaydılar.

            Gemi kaptanı telaş içinde ve yüksek sesle talimatlar veriyordu. Can yelekleri dağıtılıyor ve geminin her an batabileceği söyleniyordu. Gezginin korkudan adeta dili tutulmuştu. Bütün hayatı gözünün önünden geçti. Ama nasıl olurdu? Daha birçok planları vardı. Karada olsa yardımına gelecek onca dostları vardı. Fakat şimdi denizin ortasında, yardıma en muhtaç olduğu anda, ona kim yardım edebilirdi? Birden ellerini açtı. Ve yüksek sesle yalvarmaya başladı. Yalvardığı şahsı tanımıyordu. Ama var gücüyle yalvarıyordu. Üstelik gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıyordu. Bu güne kadar hiç ağlamamıştı.

            Hem ağladı, hem yalvardı. Dilinden; “Ey bu yerlerin hâkimi! Bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum. Var olduğunu biliyorum. Bu güne kadar seni aramadığım için senden af diliyorum. Seni razı ve memnun etmek istiyorum. Seni tanımak, sana bağlanmak istiyorum.”

            Sanki onun bu yakarışı şifre görevi görmüştü. Bir yerden emir almış gibi hava birden açılmaya, deniz sükûnete kavuşmaya başladı. Hani eğitim alanında ateş eden askerlere komutan emir verir. Ateş kes! Bir anda ses seda kalmaz. Her tarafı sükûnet kaplar. İşte aynen öyle olmuştu… O bulutlar nereye gitmişti? O rüzgâr nasıl kesilmişti? İnsanlar bu ani sakinliği çeşitli sebeplere bağlıyorlardı. Ama o biliyordu ki; “Görünmeyen bir komutanın emriyle bulutlar, rüzgâr, dalgalar bir anda ateş kesmiş ve susmuştu. Yalvardığı zat onu duymuş ve yakarışını kabul etmişti.

Artık bu olaydan sonra kendini yaratıcısına adadı. Onu daha iyi tanıyacak ve razı olduğu işleri yapmak için çalışacaktı. Peki, yaratıcısını nasıl tanıyacaktı? Doğru kanaldan doğru bilgiye nasıl ulaşacaktı? Öncelikle Rabbini tanıtan delilleri aramaya ve tanımaya karar verdi. Delili tanımalı, doğruluğunu anlamalıydı. Sonra sağlam ve güvenilir olan tanıdığı delilden yaratıcısını öğrenecekti.